Pazartesi, Aralık 22, 2008

İstanbul (Hatıralar ve Şehir) - Orhan Pamuk


Masumiyet Müzesi'ni okurken beğendiğim bölümlerin altını çizemediğim için çok üzülüyordum. Zira kitabın büyük çoğunluğunu ameliyat sonrası hastanede okumuştum. Ancak sonrasında, İstanbul'u okuyunca çok mutlu oldum. Çünkü karşımda, Masumiyet Müzesi'nin iskeleti belirmişti. 

"Okulda ilk şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu."

"Ahmet Rasim'den başka çıkardığı gazetenin adı 'Basiret' olduğu için Basiretçi Ali Efendi diye tanınan (saray desteğiyle çıkardığı gazetesi bir dikkatsizlikle istenilmeyen bir şey yayımlayıp kapatılınca bir ara Basiretsiz Ali Efendi diye anılan) Ali Efendi de herhangi bir mizah duygusundan yoksun olsa da......"

"Aile denen şey, her geçen gün bana, sevildiğine inanmak ve kendini huzurlu, rahat ve güvende hissetmek için herkesin bir süreliğine içindeki cinleri ve şeytanları susturarak mutluluk taklidi yaptığı bir kalabalık olarak görünüyordu."

"Bir süre sonra, dinlediğim müzik, arabanın penceresinden akan İstanbul görüntüleri, babamın 'buraya da sapalım mı?' diye gülümseyerek arabayı soktuğu parke kaplı kimi dar sokakların ve kaldırımların havası, hepsi kafamda birleşir ve bana hayatta sorduğumuz temel sorulara hiçbir zaman bir cevap bulamayacağımızı, ama onları sormamızın iyi olduğunu, hayatın amacının ve mutluluğunun da bizim onu tam farkedemediğimiz ya da farketmek istemediğimiz yerlerde olduğunu, ama bütün bu dertler kadar önemli olan bir başka şeyin de, bu dertleri kafanıza takarken ya da hayatta haz ya da derinlik peşinde koşarken arabanın, evin, geminin pencerelerden gördüğümüz görüntüler olduğunu, çünkü zamanla hayatın tıpkı müzik, resim ya da hikayeler gibi iniş çıkışlarla biteceğini, ama gözlerimizin önünden akan şehir görüntülerinin, yıllar sonra bile rüyalardan çıkma hatıralar gibi bizimle kalacağını hissettirirdi."

"Belki de yaşadığımız şehri, tıpkı ailemiz gibi, başka çaremiz olmadığı için severiz! Ama onun neresini, neden seveceğimizi icat etmemiz gerekir."

İnce Memed IV - Yaşar Kemal

İnce Memed ile Ferhat Hoca konuşuyor:

" 'Bir sırrı hikmet... Bizim bilmediğimiz bir şey, bir giz var bu adamlarda... Biz göremiyoruz da kalabalıklar görüyor.'

'Sen, ben, biz bir tek gözüz,' diye sakalını çekiştirdi Ferhat Hoca, 'oysa ki kalabalıklar bin, on bin, yüz bin, yüz milyon göz. Onlar İnce Memedlere yüz milyon insanın, bin yıllık gözleriyle bakıyorlar.' "

Kertiş Ali Onbaşı, kendinden geçerek dövdüğü Kırk Göz Ocağı'nın piri Anacık Sultan'ı kurtarmak için Bünyamin'e gider:

"Sende Ocağın ilacı, ilacı, o can ilacından yok mu? Yok mu Bünyamin, Anacık Sultanı kurtaracak? O ölürse benim derimi yüzerler. Ben avradımı alırken, ona söz verdim, onbaşı kalmayacak, o kadar döveceğim ki milleti yüzbaşı, binbaşı, general oalcağım, dedim. Şu koca Torosu, koca Anadolunu baştan aşağı sopadan geçirdim de, dünyayı sopamın kahrı altında inlettim de, göz çıkardım, der, yüzdüm, dil koparttım da değil yüzbaşı, beni çavuş bile yapmadılar."

Perşembe, Aralık 04, 2008

İnce Memed III - Yaşar Kemal

Bugüne kadar okuduğum en uzun hikayenin 3. kitabındayım. Hoşuma giden yerleri çizmeyi unuttum hep ama şu aşağıdaki konuşma beni uzun uzun güldürdü. Kertiş Ali Onbaşı, bir muhtarı sorguya çekmiş. Ama ne sorguya çekmek, feci bir dayak. Sorgu dönüşü Yüzbaşı Faruk neler olduğunu soruyor ve....

"Sonunda Yüzbaşı gülmesini tutabildi:

- Konuştu mu?
- Konuştu kumandanım. 
- Sence gerçeği mi konuştu?
- Bence gerçeği konuştu.
- Kimlermiş?
- Zülfüyle Murtazaymış ya...
- O da nesi?

Kertiş Ali kıvrandı. bir şeyler söyleyecekti, beceremedi.

- Yoksa öldü mü?
- Az biraz. 
- Ne demek az biraz...
- Çok dayandı, ben de dayandım... Can çekişirken bu iki ismi ağzından aldım. Hemen, onu candarmalara bırakıp koştum."